Kaşgarlı Mahmut(ö.1080)
Türkleri aşırı derecede önemseyip göklere çıkaran Kaşgarlı Mahmut’un doğum tarihi tam olarak bilinmemekle birlikte,11. yüzyılın ilk yarısında dünyaya geldiği tahmin edilmektedir. Çünkü adını tarihe geçirdiği en büyük eseri’’Divânü Lûgati’t Türk’’ü 1077’de tamamlamıştır. Babası Hüseyin ibn Mehmet Bey, Karahanlılar Devleti’nin hanedan ailesine mensup birisiydi. Karahanlılar’ın tarihte ilk Türk-islam devletinin kurucusu olduğunu da burada hatırlayalım.
Mahmut’un doğum yeri olan Kaşgar, bu açıdan siyasetin ve kültürel hayatın merkezi idi. Doğu Türkistan’ın en önemli şehri olan Kaşgar,Türk-Uygur medeniyetinin gelişme imkanı bulduğu yer idi aynı zamanda. İşte böylesi önemli bir merkez Mahmut için de beşik olmuş ve onun iyi tahsil görmesinde, mükemmel Arapça öğrenmesinde rol oynamıştı. Ayrıca dönemin bütün Türk illerini gezme fırsatı bulmasıda onun tecrübe kazanmasına ve bilgilenmesine sebep olmuştu.
Gezip gördüklerinden öğrendiği kadarıyla Türk dili o dönemde hor görülen ve aşağılanan bir dildi. Kaşgarlı Mahmut ise buna inanmıyor, Türk dilinin diğer diller kadar sağlam ve zengin olduğunu savunuyor,aynı zamanda milletinin diğer milletlerden silah kuvvetiyle değil,kültür ve medeniyet yönünden de üstün olduğuna inanıyordu. Biz şimdi onun bütün hayatını neredeyse bu fikrin kabul görmesine adağını söylesek abartmış olmayız.
Türk milletinin layık olduğu şekilde tanınması için çalışmalar yapıp, İslam alemine zengin Türk dilini öğretmek için gayret sarf etti. Bu nedenle Selçukluların İran ve Suriye’de egemenlik kurdukları sırada, dönemin ilim ve sanat merkezi olan Bağdat’a yertleşti. Harika bir eser olan ve alanında yazılan ilk eser olma özelliğine sahip’’ eseri’’Divânü Lûgati’t Türk’’ kitabını burada yazmaya başladı ve yine burada tamamladı. Kitabı bitirdiğinde onu Bağdat’taki Abbasi Halifesi El-Muktedî’ye ithaf etti. Türk dilinin ilk lügat ve grameri sayılan bu kitap bugün konuşup yazdığımız güzel Türkçe’mizin temenilini oluşturmaktadır.
Tabii bu eseri sadece gramer ve lügat kitabı olarak değerlendirmek yetersiz olur. Kitap, yaşadığı devrin coğrafyasını, tarihini ve sosyal hayatını içermesi bakımından zengin bir hazine niteliğindedir. Ancak kitap Arapça yazılmıştır. Türkçe’yi bu kadar önemseyen Kaşgarlı Mahmut’un neden bu kitabı Arapça yazdığını sorusunun cevabı çok basit aslında…
Çünkü o Türk dilini Araplara öğretmek istiyordu ve bu yüzden kitabı onların dilince yazması gerekmişti. Sekiz bine yakın Türkçe kelimenin yer aldığı kitap,Türk şiirinden ve Türk halk edebiyatından çeşitli örnekleri ve atasözlerini içermektedir.
On İki Hayvanlı Türk Takvimi ve Nevruz
Divanü Lugati’t-Türk’ün sözlük bölümünde sıra bars ‘pars’ sözünü açıklamaya geldiğinde Kâşgarlı Mahmud önce bir hastalığı, ardından yırtıcı bir hayvan olan bars ‘pars’ sözünü açıklamış, sonra da “Türk takviminin on iki yılından biri” diyerek bars sözünün bir diğer anlamını vermiştir. Ancak Kâşgarlı bu bilgiyi vermekle de yetinmemiş, ansiklopedik sözlük yazarlığının gereğini yerine getirerek on iki hayvanlı Türk takviminin özelliğini, nasıl ortaya çıktığını, bu takvimin Türklerin hayatındaki yerini ayrıntısıyla anlatmıştır.
Türklerin on iki farklı hayvan adını yıllara vererek on iki yıllık bir takvim oluşturduğunu; çocuklarının yaşlarını, savaş tarihlerini ve diğer olayları bu şekilde tarihlendirdiğini belirten Kâşgarlı Mahmud, Divanü Lugati’t-Türk’te bu takvimin ortaya çıkışını şöyle anlatıyor.
Türk kağanlarından biri, kendi yönetiminden önce, eski dönemlerdeki bir savaş hakkında bilgi edinmek ister. Çevresindekiler bu savaşın tarihi konusunda çelişkiye düşünce kağan kurultay toplar ve halkına danışır.
“Biz bu tarihte yanılıyorsak, bizden sonrakiler de yanılacaklar. Yanılmamaları için göğün on iki burcuna ve on iki ay sayısına göre bir düzenleme yapalım; her yıla bir ad verelim. Böylece bu yılları sayarak zamanı belirleyelim. Bu düzenleme, hepimiz için bir belge olsun,” der.
Kağanlarının bu düşüncesini halk da onaylar. Yıllara verilecek adları da şöyle belirlerler.
Kağan ava çıkar ve yaban hayvanlarını Ila vadisindeki büyük bir ırmağa doğru sürmelerini buyurur. Halk yaban hayvanlarını ürküterek, avlayarak ırmağa doğru sürer. Yalnızca on iki hayvan ırmağı geçmeyi başarır. İlk geçen hayvan sıçgan ‘sıçan’dan başlayarak her geçen hayvanın adı birbirini izleyen yıllara verilir. Böylece takvim, sıçan yılı ile başlar. Sıçandan sonra da ırmağı aşağıda belirtilen sırayla geçen hayvanlara göre on iki hayvanlı Türk takviminde yıllar şöylece belirlenir:
sıçgan yılı ‘sıçan yılı’
ud yılı ‘öküz yılı’
bars yılı ‘pars yılı’
tavışgan yılı ‘tavşan yılı’
nag yılı ‘timsah yılı’
yılan yılı ‘yılan yılı’
yund yılı ‘at yılı’
koy yılı ‘koyun yılı’
biçin yılı ‘maymun yılı’
takagu yılı ‘tavuk yılı’
ıt yılı ‘köpek yılı’
toŋuz yılı ‘domuz yılı’
Bu sıralamada domuz yılından sonra başa dönülerek yeniden sıçan yılına geçilir ve tarihlendirmeye devam edilir.
Kâşgarlı Mahmud takvimle ilgili bu bilgileri verdikten sonra Türklerin bu yılların her birinde bir hikmet olduğuna inanarak yıllarla ilgili kehanette bulunduklarını belirtir. Ud ‘öküz’ yılına girildiğinde öküzlerin birbiriyle vuruşup birbirlerini süsmeleri nedeniyle savaşların artacağına; takagu yani tavuk yılına girildiğinde tahıl taneleriyle beslenen tavukların yem bulmak amacıyla her yeri eşelemesinden ve birbirine karıştırmasından dolayı yiyeceğin bollaşacağına buna karşılık insanlar arasında kargaşa çıkacağına inanılmaktadır. Nag ‘timsah’ veya yılan yılının gelmesi, bu hayvanların yuvalarının sulak yerler olması dolayısıyla çok yağmur yağacağına, bolluk olacağına yorulur. Toŋuz ‘domuz’ yılının girmesiyle de çok sert bir kış geçeceğine, çok kar yağacağına inanılmaktadır. Kâşgarlı Mahmud’a göre Türkler, her yıl bir şeyler olacağına inanmaktadır.
On iki hayvanlı Türk takviminde yıllar on iki aya bölünmüştü. Takvimdeki yıl adları hakkında bu bilgileri veren Kâşgarlı Mahmud, daha sonra ay adları konusunda da şunları yazar:
Hafta kavramı İslamlıktan sonra geliştiği için Türklerde haftanın yedi gününün adı yoktur. Ay adlarına gelince, şehirlerde Arapça ay adları kullanılır. Müslüman olmayan göçebe Türkler, yılı dörde bölerler ve her üç aylık döneme bir ad verirler. Bunların birbirini izlemesiyle yılın geçişi bilinir. Nayruz’dan sonra ilkbahara oglak ay ‘oğlak ayı’, oğlağın bu dönemde büyümesinden esinlenerek sonrakine ulug oglak ay ‘büyük oğlak ayı’ denir. Bundan sonraki ulug ay ‘büyük ay’ diye adlandırılır çünkü bu dönem yaz ortasıdır. Sütün bol olduğu, nimetlerin bollaştığı dönemdir.
Yılın üç dönemini böyle anlatan Kâşgarlı Mahmud sıra dördüncü aya geldiğinde, az kullanıldığından bu ayın adını vermez.
Bu takvimin Türkler tarafından uzun süre kullanıldığını biliyoruz. Kâşgarlı Mahmud’un Divanü Lugati’t-Türk’ü yazmaya başlamasından yaklaşık üç yüz elli yıl önce, 725, 731, 732 yıllarında dikilmiş olan Orhon Yazıtları’nda tarihsel olaylar on iki hayvanlı Türk takvimine göre anlatılmaktadır. Ay adlarının birinç ay ‘birinci ay’, bişinç ay ‘beşinci ay’ biçimlerinde belirtildiği Orhon Yazıtları’ndan bir örnek:
Bunça kazganıp kaŋım kağan ıt yıl onunç ay altı otuzka uça bardı lagzin yıl bişinç ay yiti otuzka yoğ ertürtüm. “Bu kadar kazanıp babam Kağan, Köpek yılının onuncu ayının yirmi altıncı gününde vefat etti. Domuz yılının beşinci ayının yirmi yedisinde cenaze törenini tamamladım.” (Bilge Kağan Yazıtı, Güney yüzü, 10. satır)
Kâşgarlı Mahmud’un verdiği bilgiye göre Türklerin on iki hayvanlı takvimi bugün kullanmakta olduğumuz takvimdeki 21 Mart günü ile başlamaktadır. En eski dönemlerden bu yana Türklerin kutladığı Nevruz, on iki hayvanlı Türk takvimine göre yeni yılın başlangıcıdır. Bugün de Türk dünyasında ve içinde bulunduğumuz coğrafyada Türkler ve çeşitli topluluklar tarafından Nevruz’un kutlanması devam etmektedir. Farsça kökenli Nevruz nev ‘yeni’ ve ruz ‘gün’ sözlerinden oluşmaktadır. Türk dünyasında Nevruz adının ve bu adın çeşitli biçimlerinin yanı sıra yanı kün, yeni gün, ergene kün, ulustun ulu küni gibi karşılıkları da bulunmaktadır. Türkiye Türkçesinde de halk ağzında sultan nevruz, navrız, gün dönümü gibi sözler kullanılmaktadır.
Kâşgarlı Mahmud’un Divanü Lugati’t-Türk’te nayruz diye yazdığı sözcük Nevruz’dan başka bir şey değildir. Bu kayıt Türklerin kendi takvimlerine göre yeni yılın başlangıcı olan 21 Mart gününü binlerce yıldır kutladığını göstermektedir.
Şükrü Halûk Akalın
Kaşgarlı Mahmut Şiirleri
Türlü çiçekler açıldı
Sanki ipekten döşeğim serildi
Cennet yeri belirdi
Soğuk tekrar gelecek değildir
Kuş, kurt hepsi canlandı
Dişi, erkek hep toplandı
Bölük olup dağıldılar
Artık ine girecek değiller
Budraç yeme kudurdı ”
Alpagutm adırdı
Süsin yana kadirdi
Kelgeli met irkeşür Budraç yine kudurdu,
Alplarını ayırdı,
Ordusunu yine döndürdü,
Gelmek üzre toplaşır.”
Tang ata yortalım ”
Budruç kanın irtelim
Basmıl begin örtelim
Emdi yiğit yuvulsun
Tan atanda yürüyelim,
Budruç kanın isteyelim,
Basmıl beyini yakalım,
Haydi yiğitler toplansın.”
GÜZEL SÖZLER
Aslan kocayınca sıçan deliği bekler (kedileşir ).
Bir karga ile kış gelmez.
Deve yükü aş olsa, aça az görünür.
Dil ile düğümlenen, diş ile çözülmez.
Irak yerin haberini kervan getirir.
İnsan şişirilmiş tulum gibidir, ağzı açılınca söner.
İşaret olsa yol şaşırılmaz, bilgi olsa söz saptırılmaz.
İyi adamın kemikleri erir, adı kalır.
Öküz olmaktan, buzağı başı olmak yeğ.
Tanrının devlet güneşini TÜRK burçlarından doğdurmuş olduğunu
Ve onların mülkleri üzerinde
Göklerin bütün teğremerini döndürmüş bulunduğunu gördüm.
Tay at olunca at dinlenir, çocuk adam olunca ata dinlenir.
Kaşgarlı Mahmut
Bugün tek nüshası İstanbul’daki Millet Kütüphanesinde olan Divanü Lugati’t-Türk’ün bulunuşu, yayımlanması ve çevirisi, ilgi çekici olaylar dizisidir. Eserin bulunuşu tamamen bir rastlantı sonucudur. Kitap dostu Ali Emiri’nin bilgisi, dikkati, kitap sevgisi ve çabaları olmasaydı eser bilgisiz ellerce belki de yok edilecek, dilimizin ve kültürümüzün en büyük hazinesinden mahrum kalacaktık.
Divanü Lugati’t-Türk’ten ilk söz eden Antepli Aynî diye de tanınan Bedreddin Mahmud’dur. İkdü’l-Cuman fi Tarih-i Ehli’z-Zaman adlı eserinin birinci cildinde Kâşgarlı Mahmud’un eserinden yararlandığı görülmektedir. Aynî, yalnızca bu eserinde değil kardeşi Şahabeddin Ahmed ile birlikte yazdığı Tarihü’ş-Şihabî’de de Divanü Lugati’t-Türk’ten yararlanmıştır. Daha sonra Kâtip Çelebi ünlü eseri Keşfü’z-Zünûn’da Divanü Lugati’t-Türk’ü anmıştır.
Başka birkaç kaynakta daha anılan ve bilgilerinden yararlanılan Divanü Lugati’t-Türk’ün varlığı bilinmekte ancak 1914 yılına gelinceye kadar tek bir nüshasına bile ulaşılamamaktaydı. Oysa Divanü Lugati’t-Türk’ün bir nüshası eski Maliye Bakanlarından Nazif Bey’in kitaplığında bulunmaktadır. Türk dili ve kültürü bakımından önemini bilemeyen ancak değerli bir kitap olduğunu tahmin eden Nazif Bey, yakınlarından bir kadına kitabı verir ve:
–Bak sana bir kitap veriyorum. İyi sakla… Sıkıştığın zaman sahaflara götür. Altın para ile otuz lira eder, aşağıya verme! der.
Bir süre sonra paraya ihtiyacı olan kadın, kitabı Sahaflar Çarşısı’ndaki kitapçı Burhan Bey’e götürür ve otuz liraya satmak istediğini söyler. Divanü Lugati’t-Türk gibi bir eser için otuz lira hiç de yüksek bir miktar değildir ama bu kitabın önemini ve değerini bilmeyenler için yüksek bir bedeldir. Burhan Bey, yüksek bir fiyatla alır diye kitabı Maarif Nazırı Emrullah Efendi’ye götürür. Nazır da kitabı İlmiye Encümenine havale eder. Kitabı incelemek için bir hafta süre isteyen Encümen, bir hafta sonra kitaba on lira değer biçer. Kitabın kendisinin olmadığını, sahibinin otuz liradan bir para bile aşağıya inmediğini söyleyince Encümendekiler
–Biz otuz liraya bir kütüphane satın alırız. Al kitabını, istemiyoruz, diyerek kitabı Burhan Bey’e geri verirler.
İşte tam da o günlerde, ömrünü ve servetini kitaplara adayan, haftada birkaç kez Sahaflar Çarşısı’na uğrayıp, kitapçıları tek tek dolaşarak yeni bir şey olup olmadığını sormayı alışkanlık edinen Ali Emiri Efendi, kitapçı Burhan Bey’in dükkânına uğrar. Ali Emiri Efendi yeni bir şey olup olmadığını sorunca, Burhan Bey,
–Bir kitap var ama sahibi otuz lira istiyor, diyerek olanı biteni anlatır ve sürenin ertesi gün dolacağını, yaşlı kadının kitabı almaya geleceğini söyler.
Eline aldığı kitabın adını okuduğu anda Ali Emiri Efendi, bayılacak gibi olur… Dünyada eşi benzeri olmayan, Türk dilinin en değerli eseri Divanü Lugati’t-Türk’tür elindeki kitap… Otuz değil, otuz bin liraya bile değerdir bu kitaba. Kendisini hemen toparlayan Ali Emiri Efendi, kesin alıcı görünmemek, kitapçıyı şımartmamak amacıyla:
–Dağınık bir eser… Acaba tamam mı değil mi? Yazarı da Kâşgarlı adlı bir adammış… Kimdir, necidir, belli değil… Sarı çizmeli Mehmet Ağa… Ama ne de olsa bir eserdir… Encümen on lira teklif etmiş, ben de on beş lira veririm… der. Burhan Bey:
–Kitap benim olsaydı verirdim. Sahibi mutlaka otuz lira istiyor Alacaksanız bir kadına iyilik etmiş olursunuz, almayacaksanız sahibine geri vereceğim, diye söyleyince Ali Emiri Bey
–İşte şimdi işin şekli değişti… Bir kadına yardımcı olmak gerekir. Peki, kabul ettim, diyerek kitabı satın aldığını söyler ama yanında yalnızca on beş lira vardır. Eve gidip gelecek olsa kitabın bir başkasına satılması ihtimali bulunmaktadır. Paranın üstünü daha sonra vermek üzere kitabı almak istese kitapçı bunu kabul etmeyecektir. Kitabı bırakıp gitmek de istememektedir. Böyle karmaşık düşünceler içerisindeyken kitabı Burhan Bey’le birlikte bırakır, bir rivayete göre dükkânın kapısını kilitleyip anahtarı cebine koyar ve bir tanıdığa rastlamak umuduyla çarşıya çıkar. Birkaç dakika sonra eski Darülfünun edebiyat hocası Faik Reşat Bey ile karşılaşır. Hemen yanına koşar:
–Varsa, aman bana yirmi lira ver! der. Faik Reşat Bey’de on lira vardır, hemen onu verir. Geri kalanını getirmek üzere aceleyle evine gider. Ali Emiri Efendi de Burhan Bey’in dükkânına döner ve gönül rahatlığıyla Faik Reşat Bey’i beklemeye koyulur. Burhan Bey şaşkın vaziyettedir. Kitabın önemli bir eser olduğunu o da anlamıştır artık…
Birkaç dakika sonra Faik Reşat Bey elinde on lira ile gelir. Ali Emiri, otuz lirayı hemen verir ama Burhan Bey bir de bahşiş istemektedir. Üç lira da Burhan Bey’e verir ve Faik Reşat Bey ile birlikte dükkândan ayrılırlar, konuşa konuşa çarşıdan çıkarlar. Fakat Ali Emiri’nin gözü arkadadır, Burhan Bey’in satıştan vazgeçip arkasından gelip kitabı istemesinden korkmaktadır. Kimsenin gelmediğinden emin olunca
–Oh… Elhamdülillah! diyerek evine gelir. Ne kadar değerli bir esere sahip olduğunu, kitabı incelemeye başladığında anlar. Dostlarına, arkadaşlarına kitabın değerini şöyle anlatır Ali Emiri Efendi:
Bu kitap değil, Türkistan ülkesidir… Türkistan değil bütün cihandır. Türklük, Türk dili bu kitap sayesinde başka bir parlaklık kazanacak. Arap dilinde Seyyibuyihin kitabı ne ise bu da Türk dilinde onun kardeşidir. Türk dilinde şimdiye kadar bunun gibi bir kitap yazılmamıştır. Bu kitaba hakiki kıymet verilmek lazım gelse cihanın hazineleri kâfi gelmez… Bu kitapla Hz. Yusuf arasında bir benzerlik vardır. Yusuf’u arkadaşları birkaç akçeye sattılar. Fakat sonra Mısır’da ağırlığınca cevahire satıldı. Bu kitabı da Burhan bana otuz üç liraya sattı. Fakat ben bunu birkaç misli ağırlığında elmaslara, zümrütlere vermem…
Ancak, Divanü Lugati’t-Türk’ün bulunduğu tarih konusunda kaynaklarda farklı bilgiler verildiğini de belirtmek gerekir. Bu bilgileri değerlendiren ve kaynaklardaki diğer verilerle yorumlayan Prof. Dr. Ali Birinci, Divanü Lugati’t-Türk’ün eldeki tek nüshasının Ali Emiri tarafından 1914 yılının ilk aylarında bulunmuş olduğu sonucuna ulaşmıştır.
Divanü Lugati’t-Türk’ün Ünü Yayılıyor
Ali Emiri Efendi’nin Divanü Lugati’t-Türk’ü bulduğu ve satın aldığı haberi önce İstanbul’da sonra ülkede ve daha sonra da dünyadaki Türklük bilimi âleminde dalga dalga yayılmaya başlamıştı. Haberi duyan ilk kişilerden biri olan Ziya Gökalp çok heyecanlanmış, o heyecanla eseri görmek üzere soluğu Ali Emiri’nin evinde almıştı ama kitaba gözü gibi bakan Emiri:
–Şimdilik gösteremem, belki iki ay sonra olabilir, diyerek Ziya Gökalp’ı gücendirmişti.
Hemşehrisinden aldığı bu cevap üzerine Diyarbakır milletvekillerini Ali Emiri Efendi’ye ricacı gönderen Ziya Gökalp, yine eseri görme emeline ulaşamayacaktır.
Ali Emiri evine kapanmış gün boyu Divanü Lugati’t-Türk’ü okumakta, akşamları da âdeti olduğu üzere uğradığı kıraathaneye gitmekte, gün boyu okuduğu kitaptan bilgileri ballandıra ballandıra dostlarına anlatmaktadır.
Ziya Gökalp’tan Sadrazam Talat Paşa’ya
Divanü Lugati’t-Türk’ü Yayımlatma Girişimleri
Bulunuş öyküsü ve kitabın içeriği gazetelere haber konusu olmakta, herkes kitabı merak etmektedir. Orhon Yazıtları’nın okunuşuyla birlikte Türklere ait olduğunun ortaya çıkışından birkaç yıl sonra Türkçenin ilk sözlüğü Divanü Lugati’t-Türk’ün bulunması, ülkede büyük bir sevinç yarattığı gibi Türkçenin köklü ve güçlü dil olduğu düşüncesi Türk toplumunun öz güveninin artmasını sağlamıştı. Yıllarca Türkçenin evde, sokakta, çarşıda, pazarda konuşulan dil olduğu; bilim, sanat, edebiyat ve öğretim dili olamadığı yolunda düşüncelerin ileri sürüldüğü bir ortamda Kâşgarlı Mahmud’un Türklerle ve Türkçeyle ilgili sözleri toplumda yayılıyor, Türkçeye bakış hızla değişiyordu. Türklere Türk adını Tanrı’nın verdiği, Türkçe öğrenmenin gerekliliği ve Türkçenin Arapça ile eş değerde dil olduğu konusundaki bilgiler millî bir dil ve edebiyat anlayışının yaygınlaşmasını da sağlamaktaydı.
Divanü Lugati’t-Türk’ü gözü gibi koruyan Ali Emiri Efendi, bir hafta sonra Kilisli Muallim Rifat Bey’i evine davet eder. Kilisli Rifat Bey, Ali Emiri’nin evine geldiğinde kitabın ortada olduğunu görür.
Ali Emiri Efendi:
–İşte Divanü Lugati’t-Türk, buyurun mütalaa ediniz, diyerek eliyle kitabı gösterir. Kitabı inceleyen Kilisli Rifat Bey,
–Cenabıhak yayımlanmasını nasip etsin, deyince bu söz Ali Emiri Efendi’nin çok hoşuna gider ve:
–Bu sözü başkasından duymadım, inşallah yayımlarız, tashihini de sen yaparsın. Rifat, bu kitap ne kadar yüksek dersek o kadar yüksek, ne kadar kıymetli dersek o kadar kıymetli… Fakat bunun mühim bir kusuru var. Kitabın şirazesi çözülmüş, formaları dağılmış, yaprakları karışmış, başı sonu belirsiz olmuş. Sayfalarının karşılığı yok, sayfa başlarında numara yok. Kitap tamam mı değil mi? Düzenlenmesi mümkün mü değil mi? Rifat, sana rica ediyorum. Her gün gel, bir iki saat bu kitap ile meşgul ol.
Kilisli Rifat bu teklifi seve seve kabul eder. Yaklaşık iki ay süresince her gün birkaç saat çalışarak, birkaç kez bir araya getirip düzen tutmadığını görerek yeniden düzenlemeye çalışan Kilisli Muallim Rifat sonunda sayfaları tam olarak sıraya dizer ve eserin eksiksiz olduğu müjdesini Ali Emiri Efendi’ye verir. Günlerdir bu müjdeyi bekleyen Ali Emiri Efendi sevincinden ağlar ve evinin yarısını Kilisli Muallim Rifat Bey’e vermeyi teklif eder… Kilisli bu teklifi kabul etmeyerek kendisine verilecek en büyük ödülün kitabın yayımlama izni olduğunu belirtince Ali Emiri Efendi:
–İnşallah o da olur, fakat biraz sabrediniz, der…
Bu sözlerden kitabın yayımlanmasına razı olacağını anlayan Kilisli Rifat Bey araya hatırlı kişilerin girmesi durumunda Ali Emiri Efendi’nin hayır diyemeyeceği düşüncesindedir. Araya öyle hatırlı kişi girmelidir ki Ali Emiri Efendi hayır diyemesin…
Kilisli Rifat’ın Divanü Lugati’t-Türk’ü gördüğü, dağılmış sayfaları topladığı haberinin duyulmasından birkaç gün sonra Ziya Gökalp Kilisli Rifat Bey’e gelir:
–Bahtiyar Rifat… Sen bu kitabı hem gördün hem okudun değil mi?
–Evet, gördüm de okudum da…
–Rifat, ben sevda bilmezdim. Fakat bu kitaba tutuldum. Görmek için ne yaptımsa olmadı. Bu kitabı hem almalı hem de yayımlamalıyız. Bu hazinenin anahtarı senin elindedir. Gel bana yardım et, şu kitabı kurtaralım. Bütün Türklere armağanımız olsun. Haydi, bana çaresini söyle.
Aslında bir çaresini de bulmuştur Kilisli Rifat… Ali Emiri Efendi’nin Talat Paşa’yı çok sevdiğini, ricacı olması durumunda ona hayır diyemeyeceğini bilmektedir. Ziya Gökalp, Talat Paşa’ya konuyu açarsa, Talat Paşa da Ali Emiri Efendi’ye Divanü Lugati’t-Türk’ün yayımlanması için izin vermesini rica ederse bu iş olacaktır… Ancak, Talat Paşa’nın Ali Emiri’nin ayağına gitmesi mümkün değildir. Ali Emiri’nin Babıali’ye veya merkeze çağrılması da hoş olmayacaktır. Sonunda Ziya Gökalp ve Kilisli Rifat Bey şöyle bir plan yaparlar:
Ali Emiri Efendi, Adliye Nazırı İbrahim Bey’i de çok sevmekte, sık sık Koska’daki evine gitmektedir. Ramazan ayında oldukları için Adliye Nazırı İbrahim Bey’in, Ali Emiri Efendi’yi iftara davet etmesi, Talat Paşa’nın da o akşam iftardan bir saat kadar sonra birkaç arkadaşıyla İbrahim Bey’i görmeye gelmesinin sağlanması konusunda mutabakata varırlar. Bu planı gerçekleştirmek üzere hemen harekete geçerler.
Birkaç gün sonra Adliye Nazırı, Ali Emiri Efendi’yi iftara davet eder. Nazır, Ali Emiri’yi her zaman olduğu gibi izzetüikramla karşılar. Davetli, yalnızca Ali Emiri Efendi’dir. Top atılır, iftar edilir. Ali Emiri bundan sonra olanları şöyle anlatacaktır:
İftardan sonra konuşmaya daldık. Bir saat kadar zaman geçti. Derken ağası geldi. Efendim, Talat Paşa teşrif buyurdular dedi. İbrahim Beyefendi hemen karşıladı. Misafirleri bulunduğumuz odaya aldı. Gelenler Talat Paşa ile beş altı kadar arkadaşı idi. Ben bunlardan yalnız Talat Paşa’yı tanırım. Misafirler içeri girdikten sonra İbrahim Beyefendi misafirleri tanıtmaya başladı. Bu tanıtmadan sonra beni onlara tanıtmak için en yüksek metihlerde bulundu. Bu misafirler, Emiri adını duyunca başta Talat Paşa olmak üzere birden ayağa kalktılar. İlk evvel Talat Paşa bana doğru yürüdü, geldi Hay üstadımuhterem, mübarek elinizi öpmekle kesbişeref etmek isterim. Müsaade buyurunuz dedi. Elimi tekrar tekrar öpmek istiyordu. Sonra ötekiler de öyle yaptılar.
Ben o gece belki otuz üç kere estağfurullah çektim. Ben istiğfar ettikçe onların aşkı artıyor, elimi bırakıp eteğimi öpmek istiyorlardı.
Bu istiğfar faslı bittikten sonra Talat Paşa ayağa kalktı Divanü Lugati’t-Türk hakkında bazı malumat vermemi rica etti. Ben de dilimin döndüğü kadar anlattım. Ben malumat verdikçe onlar bayılıyorlardı. Sonra hepsi birden böyle bir kitaba malik olduğum için beni tebrik ettiler.
Talat Paşa tekrar ayağa kalktı:
–Üstadımuhterem, huzurufaziletinizde söz söylemeye utanırım. Fakat müsaadenizle arz etmek isterim ki kitapların da insanlar gibi tabii bir ömrü vardır. Bir kitap binlerce sene yaşayamaz, çürür, fena bulur. Kitapları yaşatmak için eskiden istinsah usulü varmış. Fakat bunun da faydası mahduttur. Medeniyet bunun için yegâne bir çare bulmuş, o da tabı usulüdür. Tabı sayesindedir ki bir kitap bin olur, on bin olur, yüz bin olur. Mademki Divanü Lugati’t-Türk büyük bir ehemmiyeti, kıymeti haizdir; o hâlde müsaade buyurun, bu kitabı her şeyden evvel bastıralım. Baş tarafına da namıâlinizi koyalım. Bütün dünyaya yayılsın. Cihan size minnettar olsun. Bu lütfu bizden esirgemeyin…
Bu sözlerden Ali Emiri Efendi çok memnun olur. Kitabın basılması için iki şartı vardır. Birincisi bu işi Kilisli Rifat’ın yapması, ikincisi de kitabın baskı süresince yalnızca Kilisli Rifat’ta kalması, başkasına verilmemesidir. Talat Paşa bu şartları hemen kabul eder ve Ali Emiri Efendi ile aralarında şu konuşma geçer:
–Büyük üstad, bugün ne vazifede bulunuyorsunuz?
-Defterdarlıktan mütekaidim…
-Hayır, sizin gibi faziletli, tecrübeli bir zatın mütekait olmasına gönlüm razı olmaz. Elhamdülillah kemaliafiyettesiniz. Daha senelerce çalışabilirsiniz. Üstad, defterdarlık mı valilik mi şûrayıdevlet azalığı mı nazırlık mı ne arzu buyurursunuz? Lütfen söyleyin şimdi burada tayin etmek için emrinize amadeyim…
Ali Emiri Efendi bu sözler karşısında duygulanır ve şu cevabı verir:
–Ben milletime edecek hizmeti yaptım… Bugün nazarımda hiçbir memuriyetin kıymeti yoktur. Teveccühünüze, lütfunuza teşekkür ederim…
Divanü Lugati’t-Türk’ün İlk Yayımlanışı
Birkaç gün sonra Ali Emiri Efendi Divanü Lugati’t-Türk’ü Kilisli Rifat’a şartlarını da söyleyerek verir. Kitap Kilisli Rifat’a geçtikten sonra Talat Paşa Ali Emiri’ye “küçük bir mükâfat” olarak üç yüz lira gönderir. Ancak Ali Emiri Efendi bu parayı kabul etmez. Bütün servetini Türk kültürünün kaynağı olan kitaplara harcayan Ali Emiri Efendi, yayımlanmasından sonra Divanü Lugati’t-Türk’ü hiçbir bedel istemeden kitaplığındaki diğer eserlerle birlikte kurduğu kütüphaneye bağışlayacaktır.
Divanü Lugati’t-Türk’ün Kilisli Rifat tarafından yayımlanması Birinci Dünya Savaşı yıllarına rastlamıştır. Kâğıt ve mürekkep bulmak zordur… Basımevindeki harfler yıpranmıştır… Hatta baskı makinesi tekleyerek çalışmaktadır. İşte böyle bir ortamda Kilisli Rifat bu büyük eserin baskı işine girişmiştir.
Divanü Lugati’t-Türk’ün başına bir iş gelir diye sağlam bir çanta alan ve bir buçuk yıl süren baskı işi süresince çantayı yanından ayırmayan Kilisli Rifat üç cilt hâlinde basımını gerçekleştirir.
Kilisli’nin yayımı aslında Divanü Lugati’t-Türk’ün matbu olarak tıpkıbasımıdır ancak bu yayında dağınık sayfalar düzenlenmiş, eser bir araya getirilmiş, madde başları belirginleştirilmiş, harekesiz olan Arapça bölümler harekelendirilmiştir. Böylece Divanü Lugati’t-Türk yazılışından yaklaşık sekiz yüz elli yıl sonra bu kez baskı makinesiyle basılarak çoğaltılır ve yok olmaktan kurtulur.
Divanü Lugati’t-Türk’ün Türkçeye Çevrilmesi
Baskı sürerken Millî Tetebbular Encümeni, Kilisli Rifat’a Divanü Lugati’t-Türk’ün Türkçeye çevirisini yapması işini de teklif eder. Kilisli Rifat, defalarca okuduğu eseri basım işi bittikten sonra çevirmeye başlar. Bu sırada Birinci Dünya Savaşı başlamıştır. Kilisli Rifat, eseri yirmi iki defter hâlinde Türkçeye çevirir. Yüz yirmi lira karşılığında çevirisini Maarif Nezaretine teslim eder.
Kilisli Rifat’ın çevirisi Telif ve Tercüme Heyetine gönderilir ama yayımlanması mümkün olmaz. Oradan da Darülfünun kütüphanesine gönderilir. Aradan geçen zaman içerisinde ülke felaketli günler yaşamış, Mustafa Kemal Paşa’nın öncülüğünde Millî Mücadele başlamıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi işte o günlerde, Divanü Lugati’t-Türk’ün Türkçeye çevrilmesi işini, daha sonra Türk Dil Kurumunun kurucu başkanlığına getirilecek olan Sâmih Rifat ile İstiklal Marşı’mızın şairi Mehmet Âkif’e verir.
Kilisli Rifat bu haberi duyunca Sâmih Rifat’a bir mektup yazar ve kendi çevirisinden söz eder. Üniversitenin Edebiyat Kütüphanesindeki çevirilerinden yararlanılması, kendi adının da çevirenler arasında yer alması dileğini bildirir. Sâmih Rifat Bey bu çevirileri Ankara’ya getirtir. Mehmet Âkif ile Kilisli’nin çevirisini incelerler ve eserin yeniden çevrilmesine gerek olmadığına, Kilisli Rifat’ın çevirisinin yayımlanmasına karar verirler.
Divanü Lugati’t-Türk’ten haberdar olan Gazi Mustafa Kemal, Kilisli Rifat’ın yirmi iki defterden oluşan çevirisini okumak üzere Çankaya Köşkü’ne getirtmiştir. Atatürk’ün Kilisli Rifat çevirisini okuduğu Sâmih Rifat’ın Kilisli Rifat’a yazdığı mektuplarda belirtilmektedir. Atatürk’ün okuduğu bu defterlerden çekimlenen beş defter, bugün Türk Dil Kurumu Kütüphanesinde bulunmaktadır.
Bu arada Konyalı Abdullah Atıf Tüzüner ve Abdullah Sabri Karter de Divanü Lugati’t-Türk’ü ayrı ayrı Türkçeye çevirmişti. Van mebusu Tevfik Demiroğlu da eserin dizinini hazırlamıştı. Bunlardan Atıf Tüzüner’in çevirisi Türk Dil Kurumu Kütüphanesinde, Abdullah Sabri Karter’in çevirisi ise Bursa İl Halk Kütüphanesindedir.
Atatürk’ün öncülüğünde 26 Eylül 1932 günü Dolmabahçe Sarayı’nda toplanan Birinci Türk Dili Kurultayı’nın ardından Türk Dili Tetkik Cemiyeti, Divanü Lugati’t-Türk’ün söz varlığını dizin hâlinde toplama ve eseri çevirme görevini Kilisli Rifat’a verir.
Birinci çevirisi yayımlanmayan Kilisli Rifat, Divanü Lugati’t-Türk’ü Türkçeye ikinci kez çevirme ve dizinini çıkarma işine girişir. Kilisli Rifat’ın Ankara’ya gönderdiği fişlerde Kurum düzeltmeler yapılmasını ister. Bu konudaki sorunları çözümlemek üzere Kilisli Rifat, Türk Dil Kurumu Genel Sektereri İbrahim Necmi Dilmen ve Besim Atalay ile Dolmabahçe Sarayı’nda görüşür, ancak bir anlaşma sağlanamaz.
Bu arada Divanü Lugati’t-Türk’ün iyi bir çevirisinin yayımlanması bilim çevreleri tarafından sabırsızlıkla bekleniyordu. Kurum yönetimi, özellikle Genel Sekreter İbrahim Necmi Dilmen, çeviri işini Besim Atalay’ın üstlenmesini istemektedir. Bu ısrarlar üzerine 1937 yılının sonlarına doğru Besim Atalay Divanü Lugati’t-Türk’ün çevrilmesi işini üzerine alır.
Besim Atalay, kendisinden önce yapılan çevirileri değerlendirir ancak eleştirdiği yönler dolayısıyla bunlardan yararlanmadan kendi çevirisini yapar. Bununla birlikte ara sıra şüphelendiği yerlerde bu çevirilere baktığını belirtir, ancak güvenemediği için hiçbir zaman bu çevirilerden doğrudan aktarma yapmadığını yazar.
Besim Atalay’ın çevirisi üç cilt olarak 1940 – 1941 yıllarında yayımlanır. Bu arada Kurum, Divanü Lugati’t-Türk’ün yeni bir tıpkıbasımını da 1941 yılında yapmıştır. Atalay’ın çevirisini bütünleyen dizin bölümü ise 1943 yılında yayımlanır. Dehri Dilçin’in Arap alfabesine göre hazırladığı Divanü Lugati’t-Türk dizini Türk Dil Kurumu tarafından 1957 yılında basılır. Bir başka dizin yayını ise Divanü Lugati’t-Türk’ün yazılışının 900. yılı dolayısıyla 1972 yılında yine Türk Dil Kurumu tarafından çıkarılmıştır. Aslında bu yayın, 1943’te Besim Atalay’ın hazırladığı dizinin yeniden düzenlenmiş biçimidir.
Divanü Lugati’t-Türk’ün Diğer Çevirileri
Türk Dil Kurumunun yayımladığı Besim Atalay’ın Divanü Lugati’t-Türk çevirisi Türk dili ile ilgili çalışmalarda uzun süre kaynak olarak kullanılacak, bazı ülkelerde yapılan çevirilerde de esas alınacaktır.
Bu çevirilerden ilki Özbekistan’da gerçekleştirilmiştir. Salih Mutallibov tarafından 1960 – 1963 yıllarında Özbek Türkçesine çevrilen eser, Türkiy Sözlar Devani (Devanü Lugatit-Türk) adıyla üç cilt hâlinde Özbekistan SSR Fenler Akademisinin yayımcılığında Taşkent’te çıkmıştır. Eserin dizini Gani Abdurrahmanov ve Salih Mutallibov tarafından hazırlanmış ve 1967 yılında dördüncü cilt olarak yayımlanmıştır.
Divanü Lugati’t-Türk’ün Çin’de birkaç kez Yeni Uygur Türkçesine çevirisi ve yayımlanması işine girişilmiştir. Bu uğurdaki ilk girişim 1955 yılında Muhemmed Peyzi ve Ehmed Ziyaî kardeşler tarafından yapılan Divanü Lugati’t-Türk çevirisidir. Daha sonra 1963-1966 yılları arasında Uygur Sayrani tarafından Divanü Lugati’t-Türk’ün ikinci kez çevirisi yapılmıştır. Ancak dönemin siyasi koşulları yüzünden bu çevirilerin yayımlanması girişimi başarıya ulaşamamıştır.
Nihayet 1978 yılında Divanü Lugati’t Türk’ün Çağdaş Uygur Türkçesine ve Çinceye çevrilmesi işi resmen gündeme getirilmiş ve Devlet Sosyal Bilimler Araştırma Planı çerçevesinde Şinciang Uygur Özerk Bölgesi Sosyal Bilimler Akademisince oluşturulan Şinciang Uygur Özerk Bölgesi Sosyal Bilimler Akademisi Divanü Lugati’t Türk’ü yayıma hazırlama komisyonu tarafından çevirisi gerçekleştirilmiştir. Üç cilt olarak hazırlanan ve Şinciang Halk Yayınevince Mehmut Kaşkari, Türki Tiller Divanı adıyla yayımlanan Divanü Lugati’t-Türk çevirisinin birinci cildi İbrahim Mutiî’nin sorumlu redaktörlüğünde İmin Tursun’un ise redaktörlüğünde Abdusalam Abbas, Abdurehim Ötkür, Abdurehim Hebibulla, Damolla Abdulhemit Yüsüfî, Helim Salih, Hacı Nurhacı, Osman Muhemmetniyaz, Sabit Rozi ve Mirsultan Osmanov tarafından hazırlanmıştır. Ürümçi’de 1981 yılında yayımlanan birinci cildi 1983 yılında yayımlanan ve Abdusalam Abbas, Abdurehim Ötkür, Abudureşit Karım Sabit, Helim Salih, Osman Muhemmetniyaz, Sabit Rozi’nin hazırladığı, İbrahim Mutiî’nin sorumlu redaktör, İmin Tursun ve Mirsultan Osmanov’un redaktörlüğünü yaptığı ikinci cildin yayımı izlemiştir. Eserin üçüncü cildi ise 1984 yılında yine İbrahim Mutiî’nin sorumlu redaktörlüğünde, Mirsultan Osmanov’un redaktörlüğünde Abdusalam Abbas, Abudureşit Karım Sabit, Helim Salih, Osman Muhemmetniyaz, Sabit Rozi tarafından hazırlanarak Ürumçi’de yayımlanmıştır.
Eserin İngilizce çevirisi ise Amerika’da Harvard Üniversitesinde yayımlanmıştır. Robert Dankoff, öncekilerden farklı olan bu çeviriyi James Kelly’nin katkılarıyla gerçekleştirmiştir. Üç cilt hâlinde 1982 – 1985 yıllarında Amerika’da Şinasi Tekin ve Gönül Alpay Tekin’in yayımcılığında Mahmud al-Kaşgari Compendium of Turkic Dialects (Diwan Lugat at-Turk) adıyla yayımlanan eserin üçüncü cildini sözlük ve ayrıntılı dizin oluşturmaktadır.
Divanü Lugati’t-Türk’ün Kazak Türkçesindeki yayımı ise 1997 – 1998 yıllarında Asgar Kurmaşulı Egeubayev tarafından gerçekleştirilmiştir. Mahmut Kaşkari, Türik Sözdigi adıyla yayımlanan çevirinin birinci ve ikinci ciltleri 1997 yılında, üçüncü cildi ise 1998 yılında Almatı’da basılmıştır.
Eserin Çin’deki ikinci bir yayımı ise Yeni Uygur Türkçesi ile yayımlanan çeviriden yararlanılarak Çince yapılmıştır. Mirsultan Osmanov ve Chen Hua’nın denetmenliğinde He Rui, Ding Yi, Xiao Zhongyi, Liu Jingjia’nın çevirdiği ve Mirsultan Osmanov ile Niu Xiaoli’nin düzeltmenliğini yaptığı Çince Divanü Lugati’t-Türk’ün birinci cildi Milletler Yayınevince Pekin’de yayımlamıştır. Eserin ikinci cildi Hao Guanzhong’un denetmenliğinde Xiao Zhongyi, Liu Jingjia’nın çevirmenliğinde ve Qi Qingshun ile Tahircan Muhemmet düzeltmenliğinde; üçüncü cildi ise Li Jingwei’nin denetmenliğinde, Xiao Zhongyi çevirmenliğinde ve Qi Qingshun ile Tahircan Muhemmet’in düzeltmenliğinde 2002 yılında aynı yayınevince basılmıştır.
Prof. Dr. Hüseyin Düzgün (Hüseyin Mohammedzadeh Sadigh)’in Farsçaya yaptığı çeviri Divanü Lugat-it Türk adıyla 2004 yılında Tahran’da çıkmıştır. Akhtar Neşriyat tarafından yayımlanan bu çeviri tek cilttir.
Türkiye Türkçesine yapılan bir çeviri de Kabalcı yayınevi tarafından 2005 yılında yayımlanmıştır.
Divanü Lugati’t-Türk’ün Azerbaycan Türkçesiyle yayımı ise 2006 yılında gerçekleştirilmiştir. Ramiz Esker tarafından yapılan bu çeviri dört cilt olarak Bakü’de yayımlanmıştır. İlk üç cilt eserin çevirisi, dördüncü cilt ise dizindir.
Son Söz
Bugüne kadar tam metni Türkiye Türkçesine, Özbek Türkçesine, Kazak Türkçesine, Yeni Uygur Türkçesine, İngilizceye, Çinceye, Farsçaya ve Azerbaycan Türkçesine çevrilen ve dokuz ayrı yayımı gerçekleştirilen Divanü Lugati’t-Türk, pek çok bilimsel araştırmaya ve çalışmaya konu olmuştur.
Doğrudan doğruya Divanü Lugati’t-Türk’ü konu alan veya Divanü Lugati’t-Türk’ten yararlanarak Türk dilinin tarihsel dönemlerini ve lehçelerini inceleyen binlerce makale yazılmış, bildiri sunulmuş, kitap yayımlanmıştır.
Türk dilinin hangi dönemini, hangi konusunu işlerse işlesin her yayında mutlaka Kâşgarlı Mahmud’un ve Divanü Lugati’t-Türk’ün adına rastlanır.
İşte bu nedenle Kâşgarlı Mahmud Türklük biliminin kurucusu, Türk dünyasının ilk dil bilgini, ilk derlemecisi unvanını kazanmıştır. Eseri Divanü Lugati’t-Türk ise her okuyuşunuzda Türk diline, Türk edebiyatına, Türk kültürüne ait yeni bir şeyler bulacağınız büyük bir kültür hazinesidir.
Türk soylu halkların ortak atasıdır Kâşgarlı Mahmud…
Türk lehçelerinin kökleridir Divanü Lugati’t-Türk…
Bin yıl önce Kâşgarlı Mahmud’un doğumu, Türk dilinin anıtsal eserinin müjdecisiydi…
Kâşgarlı Mahmud’un adı, bizlere armağan bıraktığı Divanü Lugati’t-Türk’le bin yıl sonra yaşıyor…
Binlerce yıl da yaşayacak…
Şükrü Halûk Akalın
Bulunuşuyla birlikte Türk dili tarihinin yeniden yazılmasını sağlayan ve Türkçenin karanlıktaki pek çok konusunu aydınlatan Divanü Lugati’t-Türk’ü bizlere kazandıran, Türklük biliminin (Türkoloji) kurucusu, Türk sözlükçülüğünün atası Kâşgarlı Mahmud’un hayatı hakkında ne yazık ki ayrıntılı bilgi bulunmamaktadır.
Tarihsel kaynaklarda hakkında bilgiye rastlanmayan, eserinde de kendisi hakkında pek fazla bilgi vermeyen Kâşgarlı Mahmud’un soylu bir aileden geldiği ve çok iyi yetiştirilmiş bir şehzade olduğu Divanü Lugati’t-Türk’te âdeta bilgi kırıntısı niteliğindeki kayıtlardan anlaşılmaktadır. Türklerin en güzel konuşanı, en açık anlatanı, en iyi eğitim göreni, soyca en köklüsü, en başarılı kargı atanı olmakla övünen Kâşgarlı Mahmud, Türk topluluklarının yaşadığı bütün şehirleri ve bölgeleri dolaştığını yazmaktadır.
Eserine alacağı söz varlığı konusunda tuttuğu yolu açıklarken verdiği bilgilerden Kâşgarlı Mahmud’un Türkçenin söz varlığı üzerine çok ayrıntılı bilgiye sahip olduğu anlaşılmaktadır. Döneminin Türk yazı dillerini çok iyi bilmesi; Türk topluluklarından derlediği sözlerin anlamlarına, türlerine, çeşitli özelliklerine vâkıf olmasının yanı sıra Türk dilinin eski söz varlığından da haberdar olması, Kâşgarlı Mahmud’un çok iyi bir dil öğrenimi gördüğünü ve kendisini yetiştirdiğini ortaya koymaktadır.
Nerede ve ne zaman doğmuştur?
Kâşgarlı Mahmud adıyla tanınsa da eserinde babasının Barsganlı olduğu bilgisini vermesinden yola çıkılarak kendisinin de doğum yerinin Barsgan olduğu düşünülmektedir. Eserinin hiçbir yerinde kendisini Kâşgarî, el-Kâşgarî (Kâşgarlı) gibi sanlarla anmayan Mahmud’un buna karşılık sürekli olarak Kâşgar’ı havasıyla, suyuyla, doğasıyla övmesi; hakanın yaşadığı şehir olarak nitelemesi, Kâşgar çevresindeki Adıg, Kası, Opal gibi yerleşim birimlerini kendi ili diye anması, o dönemde bir kültür merkezi olan Kâşgar’da yetişmiş olması bu büyük dil bilgininin Kâşgarlı adıyla anılmasını sağlamıştır.
Babasının yurdu Barsgan’ın adını açıklarken bu adın Afrasiyab’ın oğlunun adından geldiğini, kurduğu şehre kendi adını verdiğini yazan Kâşgarlı Mahmud, babasının da memleketinin Barsgan olduğunu belirtmektedir. Barsgan’ın tarihiyle ilgili farklı bir bilgiyi de değerlendiren Kâşgarlı Mahmud, bu adın Uygur kağanının Barsgan adındaki seyisinden geldiğini yazmaktadır. Rivayete göre seyis, havasını beğendiği bu bölgede atlarını yetiştirirmiş. Zamanla burası bir yerleşim birimine dönüşünce de kendi adıyla anılır olmuştur.
Bir başka rivayete göre ise Kâşgarlı Mahmud, Kâşgar şehrinin güneybatısındaki Opal köyünde dünyaya gelmiştir. Gerçekten de Divanü Lugati’t-Türk’teki bir kayıttan Kâşgarlı’nın Opal sözünü, kendi ilinden bir köy olarak tanımladığını görüyoruz. Eser üzerinde çalışanlarca Abul olarak okunan adın Opal olduğu daha sonra ortaya çıkarılmıştır. Opal köyünü “Bizim ilde bir köy adı” sözleriyle anarak Kâşgar’a olan mensubiyetini ifade eden Kâşgarlı Mahmud, buna karşın Opal’ı doğduğu yer olarak belirtmemiştir.
Ancak, Divanü Lugati’t-Türk’te “Bizim ilde bir köy adı”, “Bizim ilde bir yer adı” diye tanımladığı Adıg ve Kası’nın Opal yakınlarındaki yerleşim birimlerinden olması, Kâşgarlı Mahmud’un bu bölgeyle olan ilgisini açık bir biçimde ortaya koymaktadır.
Farklı görüşler bulunmakla birlikte 1008 yılında doğduğu kabul edilmektedir.
Nerede öğrenim gördü?
Kâşgarlı Mahmud, ilk öğrenimini gördüğü ve gençlik yıllarını geçirdiği Opal’da Hamidiyye ve Saciyye medreselerinde tanınmış hocalardan ders almıştır. Hocalarından biri, Divanü Lugati’t-Türk’te de adını andığı Şeyh İmam ez-Zahid Hüseyin bin Halef el-Kâşgari’dir.
Eserinin ilk sayfalarında kendisinden söz ederken babasının adının Hüseyin, dedesinin adının ise Muhammed olduğunu belirten Kâşgarlı Mahmud, daha sonra Uygur adının açıklamasını yaparken sözü atalarına getirir. Atalarına Hamîr dendiğini, bu adın amîr ‘emir’ sözüne dayandığını, Oğuzların amîr diyemediği için ön seste /h/ türemesi sonucunda yaşanan bir ses değişikliği ile ailesinin Hamîr adıyla tanındığını ifade eder.
Bu bilgilerden sonra Kâşgarlı Mahmud, atasının Türk illerini Sâmanoğullarından aldığını ve adına Hamîr Tegin dendiğini belirtir. Yazma nüshada bu adın yazımı, değişik okunuş biçimlerinin ortaya çıkmasına yol açmıştır. El-Amîr Bahr Tekin, Beherkin, Bahir Tekin, Hamîr Tekin gibi farklı okuma önerileri bulunan bu adın aslında Nasr Tigin okunması gerektiği, bu kişinin Nasr İlig Han adıyla da tanınan Maveraünnehir ve Buhara fatihi Arslan İlig Nasr bin Ali olduğu kabul edilmektedir.
Daha sonra yapılan araştırmalar Kâşgarlı Mahmud’un soy kütüğü ile ilgili farklı bilgileri ve ailesinin yaşadığı feci bir olayı ortaya çıkarmıştır. Bu olaylar, Divanü Lugati’t-Türk gibi kapsamlı bir eserin nasıl hazırlandığı konusunda karanlıkta kalan noktalar üzerine çeşitli yorumlar yapılmasına yol açmıştır. On birinci yüzyıl koşullarında Kâşgarlı Mahmud’u bütün Türk dünyasını dolaşarak Türk soylu halkların dili, edebiyatı ve kültürü üzerine yıllarca sürecek bir araştırma yapmaya yönelten gelişmeler, soy kütüğü üzerine yapılan çalışmalarla ortaya çıkarılmıştır.
Kâşgarlı Mahmud’un soy kütüğü
Soylu bir Türk ailesinden geldiğini belirten Kâşgarlı Mahmud’un verdiği bu bilginin doğru olduğu ve Kâşgarlı’nın Doğu Karahanlı hanedanı soyundan geldiği bilinmektedir. Kâşgarlı Mahmud’un soy kütüğü, İslam dinini seçen ilk Türk kağanı Abdülkerim Satuk Buğra Han’a çıkmaktadır. 932 yılında Müslüman olan Karahanlı kağanı Abdülkerim Satuk Buğra Han’ın oğlu Süleyman Han’dır. Onun oğlu Buhara fatihi Ebü’l-Hasan Harun Kılıç Buğra Han’dır. Kılıç Buğra Han adıyla da tanınan ve Sâmanoğullarının merkezi Buhara’yı 992 yılında ele geçiren Ebü’l-Hasan Harun Kılıç Buğra Han bin Süleyman, Kâşgarlı Mahmud’un dedesinin dedesidir. Kılıç Buğra Han’ın oğlu Hotan fatihi olan Yusuf Kadır Han bin Hasan Harun’dur. Onun oğlu ise Taraz ve İsbicap hâkimi Muhammed Buğra Han bin Yusuf’tur. Onun oğlu olan Şemsüddevle Arslan İlig unvanlı Barsgan emiri Hüseyin bin Muhammed Çağrı Tigin de Kâşgarlı Mahmud’un babasıdır.
Annesinin Karahanlı ülkesinin tanınmış uleması Hoca Seyfeddin Büzürgvar’ın kızı Bubi Rabia olduğuna dair bilgiler bulunmaktadır.
Kanlı bir darbe…
Kâşgarlı Mahmud’un dedesi Karahanlı hükümdarı Muhammed Buğra Han bin Yusuf, 1047 – 1048 yılları arasında on beş ay hüküm sürdükten sonra tahtını büyük oğlu Hüseyin’e bırakma kararı almıştır. Ancak Muhammed Buğra Han’ın ikinci bir eşi ve bu eşinden olma İbrahim bin Muhammed adında bir oğlu daha vardır. Tahtın Hüseyin bin Muhammed Çağrı Tigin’e, yani Kâşgarlı Mahmud’un babasına bırakılmasını bir türlü kabullenemeyen ikinci eşi, tahta çıkış töreninin yapılacağı gün kanlı bir darbe planlar. Muhtemelen, tören yemeğine zehir karıştırtarak hanedanın birçok mensubunun yanı sıra kocası Muhammed Buğra Han’ı zehirler, kayınbiraderi Süleyman’ı boğdurtur. Bununla da yetinmeyip kocasının ve kayınbiraderinin maiyetindeki pek çok kişiyi öldürtür ve bu kanlı darbenin ardından oğlu İbrahim’i tahta çıkarır.
Babası hükümdarlığa, kendisi de şehzadeliğe hazırlanırken tahta çıkış töreninin bir kırıma dönüşmesi sonucunda Kâşgarlı Mahmud, ailesinin neredeyse tamamını kaybeder. Ancak bu kanlı darbeden kendisi sağ olarak kurtulur. Yaşadığı faciadan sonra yalnız kalan Kâşgarlı Mahmud’un bundan sonra yaşadıkları bilinmezlerin karanlığında kalmaktadır.
Türk topluluklarının dil özelliklerini bol örnekle ayrıntılı bir biçimde ortaya koyan bir eserin hazırlanması, geniş bir malzeme toplanmasını gerektirmektedir. O günün koşullarında böyle bir çalışmanın gerçekleştirilebilmesi için yıllarca sürecek bir araştırma yapılması gereği göz önüne alındığında, Kâşgarlı Mahmud’un yaşadığı olayların ardından ülkesini terk ederek komşu Türk toplulukları arasında dolaştığı, böylece Türk lehçelerini ve ağızlarını yakından tanıdığı ve eseri için malzeme topladığı düşüncesi doğruluk kazanmaktadır. Yalnızca dil bilgisi özellikleriyle ilgili olarak değil, Türk dünyası hakkında verdiği bilgilerden bölgenin coğrafyasını da yakından tanıdığı anlaşılmaktadır. Karşı görüşler olsa da bütün bunlar, Kâşgarlı Mahmud’un ülkesini terk ederek Türk dünyasını dolaştığı, Türk topluluklarının dili, edebiyatı, kültürü üzerine malzeme topladığı, böylece Divanü Lugati’t-Türk’ü yazdığı düşüncesiyle örtüşmektedir.
Kanlı bir darbeyle yönetime gelen üvey kardeş İbrahim’in saltanat dönemi bir yıl kadar sürmüştür. Kendisini tanımayan Barsgan Emiri Yınal Tigin’e karşı annesinin de kışkırtmasıyla savaş açan İbrahim, savaşı kaybettiği gibi canını da verir. Ailesini katledenlerin yok olmasından sonra taht mücadelesine girişmeyen, hatta o günlerde ülkesine de dönmeyen Kâşgarlı Mahmud’un kendisini Türk dili üzerine araştırmalara adadığı düşünülmektedir.
Kâşgarlı Mahmud’un atalarına Amîr ‘Emir’ dendiğini belirtmesi, soylu bir aileden geldiğini, Karahanlı hanedanına mensup olduğunu göstermektedir. Karahanlı soyundan gelişinin bir başka kanıtı da Divanü Lugati’t-Türk’te Terken Hatun’a yazıldığı belirtilen övgü şiiridir.
Terken Katun kutıŋa tegür mendin koşug
Aygıl siziŋ tapugçı ötnür yaŋı tapug
Terken Hatun katına sun benden bir şiir
De ‘Hizmetkârınız umar yeni hizmetler’
Tutçı yagar bulıtı altun tamar arıg
Aksa anıng akını kandı mening kanıg
Bulutu hep (ihsan) yağdırır saf altın damlar
Aksa onun (ihsan) seli bana doğru, sevincim (sonsuz olur) ve muradıma ermiş (olurum)
Urmış ajun busugın kılmış anı balıg
Em sem angar tilenip sizde bulur yakıg
Kurmuş dünya pususunu, kılmış onu yaralı
İlaç çare arayıp sizde bulur yakıyı
Bütün bu bilgilerin değerlendirilmesi sonucunda Karahanlı hanedanının soy kütüğü içerisinde Kâşgarlı Mahmud’un soy ağacı şöyle oluşturulmaktadır:
Kâşgar’dan Bağdat’a Halife’nin huzuruna…
Bağdat’tan Opal köyüne…
Kâşgarlı Mahmud’un babasını ve ailesini kaybetmesinden sonraki hayatı ile ilgili olarak birtakım söylencelerin oluştuğu görülür. 1057 yılında yaşanan kanlı darbeden sonra kırk dokuz yaşında Pamir Dağları’ndaki sarp Muk geçidini aşıp ülkesinin sınırları dışına çıkan Kâşgarlı Mahmud, Türkistan bölgesini adım adım dolaşarak Türk toplulukları arasında yaşamaya başlamıştır. Karşılaştığı her Türk topluluğunun konuşması ilgisini çekmiş, duyduğu sözcükleri kaydetmiş, sözlü edebiyat ürünlerini derlemiştir. İran ve Irak’a gittiği, Arapça, Farsça ve Rumca öğrendiği, medreselerde hocalık yaptığı ileri sürülmektedir. Türk topluluklarının dili, edebiyatı, yaşayışı ve âdetleri üzerine yirmi yıla yakın malzeme topladıktan sonra 1072 yılında Bağdat’a gelmiş, daha önce yazmaya başladığı eserini burada tamamlamıştır.
Halife Muktedî Biemrillah’a armağan ettiği eserini Halife’nin kendisine sunduğunu belirten Kâşgarlı Mahmud, Divanü Lugati’t-Türk’ün daha ilk satırlarında bu durumu şu sözlerle anlatır:
Bana sonsuz bir ün, bitmez tükenmez bir kaynak sağlaması dileğiyle bu kitabı yazdım ve Tanrı’ya sığınarak adını Divanü Lugati’t-Türk koydum. Kutsal Peygamber’in postunda oturan, Haşimî soyundan ve Abbasoğullarından gelen, Tanrı’nın halifesi Ebü’l-Kasım Abdullah ibn Muhammedü’l-Muktedi Biemrillah katına armağan ettim.
Bu ifadeyi farklı yorumlayanlar, Kâşgarlı’nın eserini Halife’nin oğluna sunduğu görüşünü ileri sürmektedirler. Ancak anılan künyenin ve adın Halife Muktedi Biemrillah’a ait olduğu ortaya konulmuştur. Öte yandan on dokuz yaşında halife ilan edilen Muktedi Biemrillah’ın halifeliğinin ikinci yılında, yani yirmi bir yaşındayken kitap sunulacak yaşta çocuk sahibi olamayacağı da göz önünde bulundurulmalıdır. Bununla birlikte her iki görüş de Kâşgarlı Mahmud’un Divanü Lugati’t-Türk’ü yazarken veya yazdıktan sonra Bağdat’a geldiği ve eserini burada Halife’nin katına sunduğu bilgisini doğrulamaktadır.
Kâşgarlı Mahmud’un Divanü Lugati’t-Türk dışında bir de Türk dil bilgisi kitabı yazdığını bilmekteyiz. Bazı konuları dil bilgisi kitabı Kitabü Cevahiri’n-Nahv fi Lugati’t-Türk’te ayrıntılı bir biçimde anlattığını yazar. Türk dil bilgisi ile ilgili daha ayrıntılı bilgiler içerdiğini sandığımız bu kitap ne yazık ki günümüze ulaşmamıştır.
Bu iki eseri dışında bir başka eseri olup olmadığını da bilemediğimiz Kâşgarlı Mahmud’un Divanü Lugati’t-Türk’ü Halife’ye sunmasından sonraki hayatıyla ilgili bilgiler de ne yazık ki birbiriyle çelişmektedir.
Bağdat’tan ülkesine dönüp dönmediği, döndüyse ne zaman döndüğü, daha sonra nerede yaşadığı konusunda tarihsel kaynaklarda bilgi bulunmamakla birlikte yöresel söylencelerden yararlanarak Kâşgarlı Mahmud’un 1080 yılında Bağdat’tan ülkesine döndüğü, Kâşgar yakınlarındaki Opal köyüne yerleştiği, burada kurduğu Mahmudiye Medresesinde on yıl müderrislik yaptıktan sonra 1090 yılında doksan yedi yaşındayken öldüğü ileri sürülmektedir.
Eserini yazıp Halife’ye sunduktan sonra Kâşgar’a dönen Kâşgarlı Mahmud’un Opal köyüne yerleşmesinin sebebi; çocukluğunu ve gençlik yıllarını geçirdiği, ilk öğrenimini gördüğü köyde son yıllarını yaşama ve burada toprağa verilme arzusuyla açıklanabilir. Ömrünün son yıllarında kendisine yurt edineceği bu köyün adını eserine aldığına göre Opal köyünün Kâşgarlı Mahmud’un hayatında önemli bir yeri olmalıdır. Ancak ne yazık ki kaynaklarda başkaca bir bilgi bulunmadığından Kâşgarlı Mahmud ile Opal köyü arasındaki bağlantı yoruma açıktır.
Opal köyüne yerleşmesi ve buradaki son yılları ile ilgili bilgileri doğrulayan bir başka söylenceye göre Kâşgarlı Mahmud’un seksen dokuz yaşında Kâşgar’a geldikten sonra sekiz yıl medresede hocalık yaptığı, doksan yedi yaşında öldüğü ve Opal köyündeki medresesinin yakınındaki mezarlığa gömüldüğü anlatılmaktadır. Hemen hemen aynı bilgileri tekrarlayan başka söylencelerde Kâşgarlı Mahmud’un 1105, hatta 1126 yılında öldüğü anlatılır.
Nitekim yakın zamanda Kâşgarlı Mahmud’un mezarı olduğuna inanılan ve üstüne bir türbe yapılarak onarılan mezarın üzerine Mahmud Kaşkari kabrisi ‘Kâşgarlı Mahmud kabri’ yazılarak doğum yılının 1008 ölüm yılının ise 1105 olduğu belirtilmiştir.
Opal köyündeki mezarın Kâşgarlı Mahmud’a ait olduğu geç dönem kaynaklarında da dile getirilmektedir. Daha önceden Kâşgarlı Mahmud’un türbesinde bulunan ve 1791 yılında yazıldığı kaydedilen Tezkire-i Hazret-i Molla adındaki yazma eserden edinilen bilgiye göre Kâşgarlı Mahmud, Bağdat’tan ülkesine dönüşünden sonra sekiz yıl müderrislik yapmış, doksan yedi yaşındayken Hicri 477 (Miladi 1084/1085) yılında ölmüştür.
Yine Opal köyündeki türbeye vakfedilmiş olan yazma bir Mesnevî nüshasının son sayfalarında bulunan ve Kâşgar Şeriye Mahkemesi kadısı tarafından mühürlenen 14 Recep 1252 (21 Ekim 1836) tarihli vakıf senedinde, o bölgedeki halkın eskiden beri Hazret-i Mollam Şemseddin adıyla bir evliya olarak tanıdığı kişinin aslında Kâşgarlı Mahmud olduğu belirtilmektedir. Yıllar öncesine uzanan bir inancın devamı olarak halkın kutsal bir ziyaret yeri kabul ettiği türbede yatan kişinin Kâşgarlı Mahmud olduğu neredeyse kesinlik kazanmıştır.
Şükrü Halûk Akalın